3 Eylül 2009 Perşembe

mor olmanın alışılmaz maviliği

hava bu kadar sıcak ve ortalık her hangi bir yabancıyı rahatsız edebilecek kadar kalabalıkken en uygun zamandı gece yarısı sokağa çıkmak
yeterince serin, yeterince huzurlu, anlamsız bakışlardan ve insanların gürültüsünden uzak...
"bir insanın gürültüsü nedir mustafa..." diye söylendi yanından geçtiği dükkanın camından yansıyan aksine, aksinin alaycı gülümsemesine aldırmadan.

ironi, ayakkabına yapışan sakızı fark ettiğinde aklına gelen ilk şeyin her hangi bir zamanda tükürdüğün bir sakızın daha yere düşmeden kim bilir kimin başına bela olması ihtimalinin bir şimşek gibi zihninde çakıp yankılanmasının zihninde bir şimşek gibi çakıp yankılanmasıdır.

aksinin yankılanması bitip sokağın köşesine geldiğinde zaten kısa kollu olan tişörtünün kollarının ucundaki dikişli kısmı geriye katlamaya çalışırken buldu kendini, insanın altında siyah bir pantolon ve üstünde siyah bir tişört varsa dünyanın neresinde olursa olsun böyle yapmasını emrediyordu dogma, mezarlıkta mezarlara basmamaya çalışmak kadar saçma ve bir o kadar da saygı meselesi bir durumdu bu aslında, hip-hop veya rap tarzı bir şeyler dinlemediğine de memnun oldu hareketlerini ve adımlarını müziğin ritmine göre ayarladığını görünce.

o sırada bütün bunlara ve zihninden geçen diğer bir bilyon saçmalığa karşılık sorulabilecek tek soru geldi aklına.

иedeи?

basitliğiyle insanı çileden çıkaran, paradoks yapısıyla hiç bir cevaba soru olamayan, soruların sorusu olan kelime, evet aslında her hangi bir soru ya da sorun yoktur, sadece cevaplar vardır, insanın görevi o cevaplara uygun soruları bulmaktır, en zor soran kazanır, Neden kural dışılıktır, belden aşağı vurmaktır, nakavt olmuş rakibin üzerine çıkıp saydırmaktır..." bu annem için bu babam için bu..." diye geçerken içinden bir anda zihnini toparlayamadığını daha doğrusu herhangi bir düşünceye konsantre olamadığını fark etti, "konsantre olmaya konsantre olmak" dedi kendi kendine... ve paradoks diye bir şeyin var olmadığını kanıtlamaya karar verdi ama şimdi değildi, neden sorusunun bir milyon cevabı zihnini kurcalarken değildi...
neden? "çünkü bundan, bundan, bundan..." değil "çünkü böyle" idi mesele,
neden sorusunun panzehiri buydu!

bir balık ıslanmanın ne demek olduğunu nereden bilsin di ya da güneşin içinde otururken her hangi bir varlık güneşin sıcaklığını nereden bilebilirdi, örnekler vererek kendini boğacak gücü kalmamıştı... yaşayan herhangi bir canlı hayatın anlamını nereden bilebilirdi ki!
"ölmeden ölmek" kavramı geldi ansızın aklına...
ilk çağ filozoflarının saflığının nihilizme karşı ne kadar kör olduğunun düşünürken sigarası da bitmişti, hazır zamanın başlangıcına doğru gitmeye başlamışken orada kalmak istedi ama artık dönme vaktiydi...